Bu sabah uyandığımda herkesin iç sesini duyabildiğimi fark ettim.
Başta bunun bir rüya olduğunu düşündüm. Gözlerimi aralarken, yan dairemde yaşayan yaşlı adamın içini çeken bir düşüncesi yankılandı zihnimde: “Bugün de balığa gitmeyeceğim. Ayaklarım beni taşımıyor artık.” Oysa ev sessizdi. O konuşmamıştı. Ama ben onu duymuştum. Düşüncesini.
Şaşkınlıkla doğruldum. Belki uyanmamıştım henüz, belki de beynim oyun oynuyordu. Ama annemin mutfakta salçalı menemen hazırlarken içinden geçirdiği düşünceler bunu yalanladı: “Kahvaltı yapmaz şimdi. Elinde telefon, yine hiçbir şeyle ilgilenmiyor. Bazen korkuyorum geleceği için.”
Elini yüzüne sürdü, sonra bana seslendi:
— Kahvaltı hazır, hadi gel oğlum!
Yüzünde tatlı bir gülümseme vardı ama içinden geçenler o kadar farklıydı ki, sesinin sıcaklığına rağmen içimi üşüttü.
Sokağa adım atar atmaz bir uğultu başladı. İnsanların iç sesleri… Düşünceler, pişmanlıklar, arzular, endişeler… Hepsi beynimde çınlıyordu. Kimi kısa bir cümle, kimi içli bir serzenişti. Genç bir adam, “Keşke ona dün gece ‘seni seviyorum’ deseydim,” diyordu. Bir kadın, “Bugün işten kovulursam ne yapacağım?” diye korkuyla düşünüyordu.
Bir çocuk, elindeki dondurmayı yalarken, “Keşke babam da benimle parkta oynasa,” diyordu. Bir başkası, annesinin elini tutarken, “Keşke bu an hiç bitmese,” diye geçirdi içinden.
Beynime dolan bu sesler, yüreğimi de dolduruyordu. Kimse göründüğü gibi değildi. Gülümseyen bir yüz, içeride kırık dökük olabiliyordu. Sessiz kalanlar, içlerinden en çok bağıranlardı belki de.
Otobüste önüme oturan adamın düşünceleri, bıçak gibi kesip geçti beni: “Bugünle sınırlı yaşa. Belki yarın diye bir şey yoktur.” Gözleri dalgındı. Telefonuna bakıyor ama hiçbir şeyi görmüyordu.
Kalabalık içinde yalnız kalanların sessiz çığlıkları vardı kafamda. Bir yandan korkuyordum; bu sesler ne zaman susacaktı? Diğer yandan büyülenmiştim; bu kadar çok insan, bu kadar çok acıyı nasıl sessizce taşıyordu?
Bir kafede oturup kahve içmeye çalıştım. Fakat garsonun içinden geçirdiği yorgunluk bile çaydan daha acıydı: “Ayakta duracak halim yok, ama gülümsüyorum. Mecburum.”
Artık kendi sesimi ayırt edemez hale gelmiştim. Herkesin hikâyesi zihnimde yankılanıyor, kalbime dokunuyordu. Ben, kimsenin duymadığı gerçekleri duyuyordum. O gün insanlara daha dikkatli baktım. Daha az yargılayarak, daha çok anlayarak. Bir gülümsemenin ardında ne fırtınalar kopabileceğini öğrendim.
Eve döndüğümde başım zonkluyordu. Gürültü hiç susmuyordu. Her kelime, her düşünce beynime kazınıyordu. Kendime ait düşünceler artık fısıltıydı, diğerleri ise çığlık.
Yatarken içimden geçirdim: “Lütfen… Sadece kendi sesimi duyabileyim.” O kadar yorgundum ki, zihnimi susturmak için dua eder gibi mırıldandım.
Sabah gözlerimi açtığımda sessizlik vardı. Gerçek anlamda sessizlik. Sadece kendi düşüncelerim vardı artık. Başka kimsenin sesi kafamda değildi. Ve ben, ilk kez böyle bir sessizliği özlemiş olduğumu fark ettim.
Ama artık başka bir gözle bakıyordum insanlara. Çünkü o günde öğrendiğim bir şey vardı: Herkesin içinde, kimseye söyleyemediği bir hikâye vardı. Ve bazen en çok sessiz kalanlar, en derin acıları taşıyordu.
