Uyandığımda odanın içini kaplayan sessizlik, gece boyunca süren yağmurun izlerini gizlemeye çalışıyor gibiydi. Bir an nerede olduğumu hatırlayamadım. Başımın içi ağır, düşüncelerim darmadağınıktı. Yatağın kenarına oturup derin bir nefes aldım. Sonra gözlerimi açtığımda gördüklerime inanamadım çünkü dün gece unuttuğum pencere ardına kadar açıktı ve odaya dolan sis, duvarlarda solgun bir hayalet gibi dolaşıyordu. Sis, odanın ortasında dalga dalga kıvrılıyor; içinden belli belirsiz siluetler geçiyordu.
Bir adım attım. Ayaklarımın altında soğuk zeminin titreştiğini hissettim. Sis dağılıp yeniden yoğunlaştıkça o siluetler daha belirgin hâle geldi. Biri küçük bir çocuğa benziyordu, diğeri uzun boylu bir kadın, üçüncüsü ise bana doğru yaklaşan gölgesi büyüyen bir adamdı. Kalbim hızla çarpıyordu.
“Kim var orada?” diye fısıldadım. Sesim sisin arasında kayboldu. Bir an için siluetlerin hepsi aynı anda durdu. Sonra yavaşça geriye çekilip sisin içinde eridiler. Ardından pencereden içeri hafif bir rüzgâr esti ve sis, geldiği hızla dağılıverdi. Oda yeniden tanıdığım oda hâline döndü. Ne bir çocuk, ne bir kadın, ne de bir adam vardı. Yalnızca sessizlik ve ben, yaşadığım şeyin gerçek mi yoksa uykunun gölgesinden kalan bir yanılsama mı olduğuna karar veremiyordum.
Pencereyi kapatırken dışarı baktım: Sokak bomboştu fakat soğuk camda, sanki biraz önce kaybolanların gümüşi bir yansıması hâlâ duruyordu. Belki de bazı sırlar, sis çekildiğinde bile bir parça ardımızda kalıyordu.
