Yağmur, İstanbul’un gri sokaklarına usulca düşerken, Elif son otobüse yetişmek için koşuyordu. Elinde eski bir bavul, içinde sadece birkaç kitap ve yıllar önce kaybettiği babasından gelen bir mektup vardı. Mektupta yazanlar, Elif’in içindeki umut ve korkuyu karıştırıyordu: “Gel, seni bekliyorum. Son durakta.”
Otobüse bindiğinde içi karmaşık duygularla doluydu. Cam kenarına oturdu, dışarıdaki ışıklar gözyaşları gibi akıyordu. Her durakta bir hayat iniyor, başka umutlar biniyordu. İnsanların aceleleri, konuşmaları, gülüşleri Elif’in sessiz dünyasında bir yankı gibi çarpıyordu. Bavulundaki eşyalar hafifti ama geçmişin yükü kalbini ağırlaştırıyordu. İçinde sakladığı tüm sorular ve cevaplar, o bavulda değil, kalbindeydi.
Son durak geldiğinde otobüste kimse kalmamıştı. Şoför nazikçe “Burası son durak kızım.” dedi. Elif indi, karşısında eski bir tren istasyonu vardı. Orada, yaşlı bir adam bekliyordu. Elinde mektubun bir kopyası vardı. “Geç kaldın ama geldin.” dedi. Elif, gözyaşları içinde sarıldı ona. Zaman, mekân ve kelimeler anlamını yitirmişti. O an, sadece kavuşmanın sessizliği vardı.
Elif, bavulunu yere bırakıp yeni bir hikâyeye adım attı. Belki geçmişi arkada bırakmak kolay değildi ama artık yanında sevgi, umut ve yeniden başlama cesareti vardı. Gözleri parlıyor, yağmurun sesi onun için bir melodiye dönüşüyordu.
