Gökyüzü, gri bir örtü gibi şehrin üzerine çökmüştü. Yağmur damlaları camlara ritmik bir şekilde çarpıyor, uzaklardan siren sesleri yankılanıyordu. Elimde titreyen telefonla hastane koridorunda koşuyordum. Kalbim kaburgalarımın ardında çılgınca atıyor, nefesim boğazımda düğüm düğüm oluyordu.
Annemin kalbi durmuştu. Acil müdahale başlamıştı. Doktorun sesi hâlâ kulaklarımda çınlıyordu:
“Eğer uygun kan birkaç dakika içinde gelmezse…”
Gerisini duyamamıştım bile.
Evden çıkar çıkmaz kan merkeziyle görüşmüştüm ama şehirde trafik kilitlenmişti. Ambulans yoldaydı ama zaman daralıyordu. Söz konusu sadece bir can değildi; geçmişim, çocukluğum, annemin kucağı, binlerce anı tehlikedeydi. Saniyelerle yarışıyor, her adımım karanlık koridorda yankılanırken zaman üzerime üzerime geliyordu.
Köşeyi dönerken gözüm duvardaki saate takıldı. Son on dakika… Sanki dünya dönmüyor, zaman inadına ağır akıyordu.
Tam o an, içimden “Bir mucize olsa…” diye geçirirken hastanenin dış kapısı hızla açıldı. Yağmurdan sırılsıklam olmuş genç bir hemşire, elinde büyük beyaz bir çantayla içeri girdi.
“Kan geldi!” diye bağırdı.
Koridor bir anda hareketlendi. Doktorlar hızla odaya daldı, ben olduğum yerde donakaldım. Ellerim titriyordu. Hayat, bazen bir saniyeye, tek bir cümleye, zamanında gelen bir yabancıya bağlıydı.
Yaklaşık yirmi dakika sonra doktor dışarı çıktı. Yorgundu ama yüzünde umut dolu bir gülümseme vardı.
“Geldiğiniz anda her şey bitmek üzereydi.” dedi.
“Ama başardık.”
O an dizlerimin bağı çözüldü. Bir bankta oturup dışarıya baktım. Yağmur dinmek üzereydi. Gökyüzü hâlâ griydi belki ama içimde, annemin yeniden atan kalbiyle birlikte yeni bir güneş doğuyordu.
