Bir ülkenin zenginliği sadece parasal kaynaklarla ya da teknolojiyle ölçülmez. Asıl zenginlik, o ülkenin halkını nasıl doyurduğu, nasıl ayakta tuttuğu ve doğayla nasıl barış içinde yaşadığıyla ölçülür. Bu bağlamda, “Ülkemizin tarım arazisi bakımından mı zengin olmasını isterdiniz, yoksa maden rezervleriyle mi dolu olmasını?” sorusu oldukça düşündürücüdür. Kısa vadede birçok kişi madenleri seçebilir. Ancak ben, tarım arazileri bakımından zengin bir Türkiye’yi her zaman tercih ederim. Çünkü tarım, sadece karın doyurmaz; aynı zamanda hayatı, kültürü, doğayı ve bağımsızlığı da besler.
Öncelikle, tarım gıdanın kaynağıdır. İnsanlar yaşamlarını sürdürebilmek için her şeyden önce beslenmeye ihtiyaç duyar. Gıda, su kadar vazgeçilmezdir. Eğer bir ülke kendi halkını doyuramıyorsa, başka hiçbir alanda güçlü olması mümkün değildir. Savaş da çıkar, kriz de olur ama açlık başladığında her şey anlamını yitirir. Bu nedenle tarımsal üretim, ulusal güvenliğin bir parçası olarak görülmelidir.
Ayrıca tarım, sadece bireylerin değil, toplumun ve ekonominin de temelidir. Gelişmiş ülkelerin çoğu, sanayi devriminden önce tarımda büyük atılımlar yapmıştır. Tarıma yapılan yatırım, uzun vadede istihdam yaratır, kırsal bölgelerin kalkınmasını sağlar ve şehirlerdeki göç baskısını azaltır. Türkiye gibi geniş coğrafyaya sahip, farklı iklimleri barındıran bir ülkede tarım çeşitliliği ve potansiyeli çok yüksektir. Pamuktan buğdaya, fındıktan narenciyeye kadar her bölge farklı ürünlerle dünya pazarına açılabilir. Üstelik tarıma dayalı sanayiyle, katma değerli üretim sağlanabilir.
Tarımın bir diğer önemli yönü ise sürdürülebilirliğidir. Doğru yöntemlerle yapıldığında toprağı yormadan, doğayı tahrip etmeden üretim sağlanabilir. Ekolojik tarım, organik gıda, tohum çeşitliliği gibi konular bugün dünyanın gündemindeyken, Türkiye bu alanda öncülük yapabilecek potansiyele sahiptir. Tarım demek doğayla barış içinde yaşamak demektir. Oysa madenler genellikle çevreye zarar verir. Ormanların yok edilmesi, yer altı sularının kirlenmesi, toprak kaymaları ve hava kirliliği gibi ciddi çevresel tehditler içerir.
Maden rezervleri elbette ekonomik açıdan değerlidir. Özellikle altın, bakır, bor, lityum gibi madenler teknoloji ve sanayi için vazgeçilmezdir. Ancak madenler tükenebilir kaynaklardır. Yani bir gün mutlaka biteceklerdir. Üstelik çoğu zaman bu kaynaklar halkın değil, belli başlı şirketlerin ya da yabancı sermayenin elinde toplanır. Bu da gelir eşitsizliği ve sosyal adaletsizlik yaratabilir. Maden işletmelerinin açtığı yaralar ise bazen on yıllar boyunca kapanmaz. Yani kısa vadeli kazanç için uzun vadeli zarar göze alınmış olur.
Bir başka önemli nokta da kültürel mirastır. Anadolu toprakları, binlerce yıldır tarımla iç içe yaşayan medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır. Tarım, sadece ekonomik değil, aynı zamanda kültürel bir mirastır. Köy hayatı, tarla işleri, hasat şenlikleri, tohum saklama gelenekleri gibi değerler, halkın kimliğini oluşturur. Bu kültürel zenginlik, modern dünyada bile hâlâ önemlidir. Tarımı korumak, bir nevi geçmişimize ve öz benliğimize de sahip çıkmaktır.
Sonuç olarak, ben madeni değil, yaşamı besleyen toprağı tercih ederim. Madenler zenginlik getirir, evet. Ama tarım hem zenginlik hem de hayat getirir. Sadece bugünü değil, geleceği de düşünmeliyiz. Çocuklarımızın aç kalmadığı, doğanın tahrip edilmediği, halkın refah içinde yaşadığı bir ülke istiyorsak, bu ancak güçlü bir tarım altyapısıyla mümkündür. Tarım varsa umut vardır. Çünkü tohum, sadece toprağa değil, yarınlara da ekilir.
