Her gün aynı saatte, ne erken ne geç, ne erteleyerek ne de geciktirerek kilometrelerce yol gidip bir torba umutla Cumhuriyet’i beslerdim. Ah, pardon, size Cumhuriyet’i anlatayım.
Soğuktu; 9 Ocak’tan bahsediyorum. Karşıma saçları karanlıkta parlayan bir çocuk çıktı. Gözleri ışıldıyor, eldivenleri yırtıktı.
– Adın ne senin?
– Cumhuriyet.
O zamanlar elbette Cumhuriyet’in ne olduğunu bilmiyordum, sordum:
– O ne?
– O yeşeren bir filiz.
Kaç yaşındasın diye sorduğumda,
– 10, dedi.
Onu evime götürdüm. Daha 18 yaşındayken çalışmaya başladı. Bu onun için bir beklentiydi; benim içinse şok ediciydi. Her gün bir torba umutla büyüdü.
10 yıl geçti, artık 28 yaşındaydı. Bazen adı gibi ilanlar görüp onu arıyorum. O da her zamanki gibi evde haber izliyordu. Meğer Cumhuriyet, haber izlemeyi çok seviyormuş.
Şimdi 102 yaşında. Bugün ona sordum:
– Cumhuriyet, sen sonsuza kadar tohumdan çiçeğe, çiçekten meyveye dönüşerek bu döngünün devamına inanıyor musun?
– Türk halkı bana zarar vermez, köklerimi korursa evet, inanıyorum.
– Peki sonra ne yapacaksın?
– Elbette umutlu ve gururlu yeni filizler büyüteceğim.
Dedi ve kaşla göz arasında yeni filizler yetiştirmek için açık pencereden uçuverdi.
