Günler bir trenin raylarda akıp gitmesi gibi, hiçbir olağan dışı unsur olmadan geçiyordu. Yine bu sıradan günlerden birine uyandım. Her sabah yaptığım gibi günlük rutinimi uyguladım ve okula gitmek üzere yola çıktım.
Tam o anda öyle şiddetli bir yağmur başladı ki kısa sürede sırılsıklam oldum. Aslında otobüsle gidecektim ama yağmur başlayınca yürümeye karar verdim. Çünkü belki de en keyif aldığım şeylerden biri, yağmurun altında yürümekti. Yol üzerinde daha önce hiç görmediğim bir kafeye rastladım. Garip olan şey, her gün bu yoldan geçmeme rağmen o kafeyi daha önce hiç fark etmemiş olmamdı. Merakla içeri girdim. İçerisi egzotik malzemelerle süslenmişti ve oldukça orijinal bir tasarıma sahipti; insanı içine çeken büyülü bir havası vardı. En sevdiğim kahveyi sipariş ettim. Beş dakika sonra kahvem hazırdı. Tam bir yudum alacaktım ki kahvenin renginin simli mavi olduğunu fark ettim. Kasaya dönüp neden böyle göründüğünü sordum. Görevli, bunun sadece bir sunum şekli olduğunu söyledi. İçimde bir şüphe oluşsa da aldırış etmedim ve kahveden bir yudum aldım. Tadı mükemmeldi… Beklediğimden bile güzeldi. Yağmur yavaş yavaş dinmişti. Okula vardığımda ise içimde tanımlayamadığım bir heyecan vardı. Her zamanki o sıradanlık hissi yok olmuştu. Sınıfa geçtim, arkadaşlarımla selamlaştım ve sıram oturdum.
Bir arkadaşımın defterini istedim. O da gülümseyerek “Tabii ki” dedi. Fakat beklenmedik bir şekilde, onun iç sesini duydum: “Kalk da kendin al.” O an biraz kırıldım ama bozuntuya vermedim. Ders boyunca bu durumu düşündüm. Bu nasıl olmuştu? Neden ben? Bu bir yetenek miydi, yoksa bir lanet mi? Cevap bulamayınca bu özelliğin tadını çıkarmaya karar verdim.
Aylar geçti. Başlarda her şey çok eğlenceliydi. Ancak zamanla insanların ne kadar ikiyüzlü, yalancı ve bencil olabildiklerini görmek canımı acıtmaya başladı. İç seslerini duymamak için bir yol aradım ama bir türlü bulamıyordum. Sonra bir şey fark ettim: Bu yetenek, o yağmurlu günde içtiğim mavi kahveyle başlamıştı. Hemen o kafeye gitmeye karar verdim. Ama ne mümkün… O kafenin yerinde artık sadece ağaçlar ve çalılar vardı. Sanki orada hiç var olmamış gibiydi.
Hayat bana oyun mu oynuyordu?
Günler geçti. Bir gün, o yeteneği kazandığım gündeki kadar yoğun bir yağmur daha başladı. İçimde bir his belirdi. Hemen hazırlanıp aynı yere gittim. Bu kez kafe yerindeydi! Hemen içeri girdim. Aynı görevli oradaydı. Olan biteni ona anlattım. Gözleri büyüdü, yüzü endişeyle doldu. Sessizce bir masaya oturduk. Önce benden özür diledi. Ardından bu dünyanın sandığım kadar sıradan olmadığını öğrendim. O kahve, sıradan insanların içindeki “özel olanı” uyandırıyormuş. Ama çoğu kişi bununla baş edemediği için kafe, bazen görünmez oluyormuş. Görevli beni eski halime döndürdü. Ayrıca özür mahiyetinde, o kafenin dekoruna çok yakışan bir kolye hediye etti.
O günden sonra bir şeyi çok net anladım: Dünya asla sıradan değil. Sadece bazen biz, onun büyüsünü fark etmeyi unutuyoruz.
