Vakti Gelince Gitmenin Adıdır Gün Batımı; Ömürden, Gönülden, Günden…

Perdemin arasından sızan sıcacık güneş ışığının yüzüme vurmasıyla hissettiğim o ılıklık, yüzümde titrerken yavaş yavaş uyanmaya başladığımı hissediyorum. Rüyalarımdan ayrıldığım o uyanma halime girerken, dün gece gördüğüm uzun maceralar sırayla kafamda yeniden oynuyor; esniyor, geriniyorum. Hayret, normalde iki döndüğümde kenarına geldiğim yatağımı şu anda çok büyükmüş gibi hissediyorum. Sonunda gözümü açtığımda, seyre daldığım tavanın yabancılığı ilk başta hiç dikkatimi çekmiyor. İnci gibi bembeyaz, pürüzsüz sıvanın bulunduğu tavanı her gün uyandığım monoton, siyah renkli tavanla karşılaştırdığımda bulunduğum ortamın değişikliğini sonunda fark ediyorum. Yatağı incelediğimde—gerçekten de büyük, kendi küçüklüğümden kalma tek kişilik yatağımın yanında kocaman ve yumuşacık kalıyor, adeta bir buluta benziyor.

Yabancı bir yerde olsam bile, içimde dolan huzurun varlığını hissedip, tenime vuran güneş ışığının kaynağı olan büyük pencereye doğru döndüğümde; benim odamdan çok farklı bir odada uyandığımı fark ediyorum. Ne kadar… sakinim. Sanki rahatlık, bedenimdeki her kemiği, her sinir hücresini ve her dokuyu doldurmuş; içimde ne bir panik, ne telaş…

Her ne olursa olsun, yaşadığım bu güzel anın gerçekliğini sorgulamadan edemiyorum. Biraz çekinerek çimdikliyorum kendimi—”Ay!”, kolumda hissettiğim küçük de olsa sızının net gerçekliği içime mutluluk dolduruyor. “Acaba?”, “Acaba gerçeklik mi değiştirdim?” düşüncesiyle ayağa fırlayıp hızlı adımlarla pencereye koşuyorum. Pencereden dışarı baktığımda karşılaştığım büyüleyici manzara bir anlığına nefesimi kesse bile, odanın içine doluşan meltemin ferah havası beni kendime getiriyor. Karşımda o kadar güzel bir mavi var ki… Anlatamam güzelliğini: Atatürk’ün gözleri gibi, ya da annemin en sevdiğim yemeği yaptığı gün—hayır, hiç ödevimin olmadığı okul akşamı yatana kadar arkadaşlarımla parkta oynadığım gün gibi, ya da buldum: gökyüzünün saflığı, yıldızların sonsuzluğu kadar güzel bu mavi.

Bu güzelliği huşu içinde içime çekerken, buraya nasıl geldiğimi düşünüyorum. Dalgaların kıyıya dizilmiş kayalara çarpmasıyla oluşan ulvi melodileri dinlerken aklıma üşüşen olasılıkların listesi hiç de mantıklı gelmiyor. Martıların ciyaklayan seslerinin bana yardımı dokunmayacağını anlayıp, geri içeri, gizemli odaya giriyorum. Yatağa yönelip ne yapacağımı bilememekten doğan bir dürtüyle yatağı toplamaya başlıyorum. Nevresim pamuktan, yorgan ince ama pofuduk, yastıklarımın hepsi yumuşacık. Bu odanın aslında ne kadar da güzel olduğunu bir kere daha fark ediyorum—”Tam da hayalimdeki oda… Aynı… Aynı—”

Bir anda her şey netleşiyor. Nasıl geldim buraya? Tabii ya—nasıl da düşünemedim? Açlık hissetmiyorum, yorgun değilim, deniz manzaralı; ferah bir odadayım! Tam da tasarladığım gibi. 4 yıldır uğraştığım gerçeklik değiştirme serüvenini sonunda tamamlamış olmanın verdiği heyecanla yerimden fırlayıp odayı kontrol ediyorum. “Kocaman bir masa, üstünde bir sürü çizim materyali, kitaplar dolusu bir raf, kıyafetler..” Odanın köşesindeki dolabı açtığımda karşılaştığım manzara beni gülümsetiyor. “Hepsi burada. İstediğim her şey—Bu gerçeklik için tasarladığım her şey yerli yerinde!”

İnsanın kapasitesini algılayıp, evrendeki sonsuz gerçekliğin her birine seyahat edebilme özelliğinin kilidini açmasıyla beraber, bilincini bulunduğu gerçeklikten başka birine taşımasına “Gerçeklik Değiştirme” deniyor. Odaklanma, olumlamalar yapma ve meditasyonla, bilinçaltımızı uyku ile uyanıklık arasında kandırıp, bedenen değil; bir bilinç olarak varlığımızı algılamamızla olanak bulan bu serüvenin kolay olduğunu söyleyemem—ki bunu elde etmek benim 4 yılımı aldı. Fakat etrafıma baktığımda anlıyorum ki sonunda başardım. Evrende bulunan sınırsız olasılıktaki kendi gerçekliğime seyahat etmeyi, bilincimi bu gerçekliğe taşımayı başardım.

Odanın en ucundaki kapıya baktığımda, bu kapının ne işe yaradığını tasarlayıp tasarlamadığımı hatırlamaya çalışıyorum. Bu gerçeklik benim, her detayını kendim yarattım—ki özelliklerini bilmem lazım ama bir türlü hatırlayamıyorum. Kapı odadaki çoğu eşya gibi beyaz ve normal kapılardan daha uzun. İçime serpilen merak duygusunu bastırıp, şimdilik odanın tadını çıkarmaya karar veriyorum. Kitaplığa yaklaşıp elime aldığım romanın tadını çıkarmak için pencerenin yanındaki yatağıma kuruluyorum. O kadar huzur doluyum ki… Kitabın heyecanı akıp giderken, yavaş yavaş batmakta olan güneş muazzam manzarayı daha da etkileyici kılarken narin mavileri turuncuya boyuyor. Kitabın yarısına geldiğim zaman bu büyüleyici manzumeyi çizmek için büyük bir istek doğuyor içimde. Usulca yataktan kalkıp masama yaklaştığımda, masamın üstündeki eşitli boya kalemlerinden ihtiyacım olanları ve çizim defterini alıp, tekrardan eski yerime tünüyorum. Pencereden içeri sızan güneş ve hafif rüzgar perdeleri havada yüzdürürken önümde bulunan manzarayı olabildiğince kağıda geçirebilmek için çaba harcıyorum. “Vakti gelince gitmenin adıdır gün batımı; ömürden, gönülden, günden..” Can Yücel’in dizelerini mırıldanırken son eklemeleri yapıp resmimi tamamlıyorum. Küçük bir kağıda dünyaları sığdırabilmek bu olsa gerek, ki resmim önümdeki şaheseri olduğunca yansıtıyor.

Defterden usulca hareketlerle çekerek kopardığım sayfayı hafifçe katlayıp cebime koyuyorum. Güneş bana ve maviye veda ederken, yavaşça yükselen ayın gümüş parıltılarıyla beraber yatağın üstünde mayışıyorum. “Keşke hiç bitmese bu an… Keşke..”

Azıcık dinlendikten sonra yatakta kapıya doğru dönüyorum. Bakışlarım kapıyı delip geçerken, arkasında bulunanın benim için hala bir soru işareti olması her ne kadar sinirimi bozsa da, istediğim zaman kapının kolunu çevirip bunu öğrenebilecek olmak beni rahatlatıyor. Ayın pencereden sızan solgun ışıkları ve gece meltemi tüylerimi diken diken ediyor. Doğrulup, ayağa kalkıyorum. Kapı… Ne var arkanda?

Kapıya yaklaştığımda istemsizce arkama dönüp tekrar odaya ve dışarıdaki güzelliğe göz gezdiriyorum. Kapıya çevirdiğim bakışlarımla beraber, elim de kapının uzun ince kolunu kavrıyor. Aniden, şu ana kadar hissetmediğim bir huzursuzluk atıyor kalbimde. Görmezden geliyorum. Merak ağır basıyor düşüncelerime. Kapatıyorum gözlerimi ve kapıyı bir hışımla açıyorum. Gözlerim sımsıkı kenetliyken ileriye bir adım atıyorum. Artık kapının arkasında ne varsa, bunu öğreneceğimi anlayıp hızla gözlerimi aralıyorum.

Odam. Benim kendi odam—tavanı monoton, siyaha boyalı, penceresi küçük, tek kişilik yatağımın bulunduğu odam. “Ben en iyisi kapıyı kapatıp geri döneyim.” düşüncesiyle arkamı döndüğümde karşılaştığım manzara evimin koridoru oluyor. Etrafıma baktığımda yine evimde olduğumu anlıyorum. İçimde beliren kükreyen öfke ve hayal kırıklığıyla yine gözlerimi açıp kapatıyorum ama hiçbir şey değişmiyor. “4 yılın sonunda, bu kadar mıydı yani elde ettiğim?” Sitem dolu bir şekilde odama, o ruhsuz, kocaman penceresi olmayan, maviyi—o güzel maviyi göstermeyen odama girip kapıyı çarpıyorum.

Tek kişilik yatağıma kıvrıldığım anda sol cebimde hissettiğim batma beni yerimden doğrultuyor. Elimi cebime attığımda parmaklarıma değen o katlanmış kağıdı usulca çıkarıyorum cebimden. “Nasıl yani?”

Kağıdı açtığımda günbatımının o güzel resmi, benim resmim, ellerimin arasından bana gülümsüyor. Şaşkın ama mutlu bir şekilde sırıtırken, kağıdın alt kenarındaki bana ait olan ama yazdığımı hatırlamadığım el yazısını okuyorum: “Yine gel..”

(Visited 32 times, 1 visits today)