Dışarıdan gelen sesle irkildim. Pencereye doğru koştum. Rüzgârın uğultusuna karışan hafif bir ses duymuştum sanki. Perdeleri araladım; dışarısı zifiri karanlıktı. Sokak lambası, yağmur damlalarıyla parlayan kaldırım taşlarını güçlükle aydınlatıyordu. Kalbim hızla çarpmaya başlamıştı, çok korkmuştum. Saat gece yarısını geçmişti, bu saatte kim ne arardı bizim kapımızda?
Bir an hayal mi görüyorum diye düşündüm. Belki de sadece rüzgârdı… Ama o sesi bir kez daha duydum, bu kez daha belirgin: “Tık… tık…” Sanki biri cama taş atıyordu. Korku ve merak birbirine karışmıştı içimde. Yavaşça pencereyi açtım. Soğuk hava yüzüme çarptı. Gözlerimi karanlığa diktiğimde, bahçedeki ağacın altında bir gölge fark ettim. Küçük bir çocuktu bu — belki sekiz, belki dokuz yaşında. Üstü başı sırılsıklamdı ve çok çaresiz duruyordu.
“Ne işin var orada?” diye seslendim titrek bir sesle.
Çocuk başını kaldırdı. “Kedim… kedim çatıya kaçtı,” dedi. Gözlerinden akan yaşlar yağmurla karışmıştı.
Bir an durdum. Bu saatte dışarıda tek başına olması aklımı kurcalıyordu ama yüzündeki çaresizlik beni durduramadı. Montumu giyip dışarı çıktım. Çatıya doğru uzanan ağaç dalına baktım, gerçekten de küçük bir kedi yukarıda korkmuş halde miyavlıyordu.
Birlikte bir merdiven bulup kediyi indirdik. Çocuk onu kucağına alır almaz gülümsedi. O anda, karanlığın ve soğuğun ortasında içimi tuhaf bir sıcaklık kapladı.
“Teşekkür ederim abla,” dedi, sonra koşarak karanlığa karıştı.
Evime döndüğümde pencere hâlâ açıktı. Rüzgâr perdeyi savuruyor, yağmurun kokusu odaya doluyordu. Kapının önüne geldiğimde yerde, pencerenin kenarında, küçük bir pati izi gördüm…

