Küçüklüğümüzden beri bize dayatılan ve etik çerçevesi içinde katı bir şekilde yargılanan en büyük değerlerden bir tanesi de yalan söylememektir. “Yalan kötüdür, yalan söylersen kimse sana saygı duymaz!” diyerek aklımıza adeta zorla bu yargıyı sokmaya çalışmalarına rağmen hayatımızdaki en çarpıcı yalanları da bizlere söyleyenler büyüklerimizdir. Ama sanki hiçbir şey yokmuş gibi af beklerler bizden. Bu tarz bir çelişkinin içinde büyüyen çocuk hayatın gerçeklerini zor fark eder. Yalanın aslında en büyük kurtarıcılardan olabileceği gibi en büyük karmaşa da olabileceğini anlamayan insan, hayata adeta geç kalmış olur.
Küçükken maruz kaldığımız yalanlar, öyle pek de ağır ve sancılı yalanlar değillerdi elbette. Diş perisi hikayesi, “Ayy, bunun tadı da aynı şeker gibi!” diyerek zorla içirtilen şuruplar, “Yemezsen arkandan ağlar.” bahanesiyle yemeği ağzımıza teptiren manipülasyonlar gibi temelde zararsız ve hatta sağlık açısından faydalı olan bu küçük yalanlar bir yandan da o zamandan başlayarak insanlara karşı güvenimizi zedeliyor. Büyüdükçe daha fazla yalana maruz kalmıyormuşuz gibi bir de bu yalanların ağırlık derecesi artıyor. O çok sevdiğiniz anne babanız size yalanlar söylüyor, dolandırılıyor, “Hayatımın aşkısın, seni çok seviyorum.” diyen sevgiliniz aldatıyor sizi. Böylelikle iyice kayboluyorsunuz hayatta, kime güveneceğinizi şaşırıyorsunuz. Alışık olmadığınız için kalakalıyorsunuz ortada öylece. Yalan nedir, nasıl anlaşılır ve yalanla nasıl başa çıkılır öğrenmemiş birey, bir yalanla karşı karşıya kalınca da kellesi alınmış tavuğa dönüyor otomatik olarak. Küçüklüğünde ailesi anlatmamış ki bir yalan gün yüzüne çıktığında ne yapılır, karşıdakine ne denir diye; şaşırıp kalması, sinirlenmesi kadar doğal bir tepki olamaz insanın.
Adeta bir güruh tarafından dayatılan yalan söyleme tabusu çok feci aldatır bizi. Görmüş, maruz kalmış adam için kolaydır aslında ama bu yine de can acıtmayacak değildir. Bizler yaratılış gereği -her ne denli aksini iddia etsek bile- duygu dolu mahlukatlarız. Bilsek ya da öngörsek bile iliklerimize dek hissederiz doğamız gereği. Ancak bunu kontrol edebilmek bize kalmış bir durumdur. Olaylara verdiğimiz tepkilerin her daim bir alternatifi bulunduğu için aklını ve özellikle de güdülerini eğitebilen insan bu gerçeği kavrar, onu yönetir ve onunla yaşamasını kolaylaştırır. Bu beceriyi edinmek de ancak yalan söylemek sanatını anlamaktan geçer.
Yalan söyleme sanatı; kısaca durumu analiz ederek gerekli miktarda ve doğru zamanda en etkili yalanı söyleyebilmenin yanı sıra bir yalanı tespit edebilmeyi de gerektirir. Bu bir sanattır çünkü fena derecede derin incelikleri vardır. Anlaması da ancak kullanmasına dayalıdır. Bu sanattaki efektifliğimiz zaman içerisinde arttıkça realist bakış açımız görüşümüzü tamamen kaplıyor. Yalanlara tolere edebilir kıvama geliyoruz.
Sınav olarak bize atanan bu hayatta kimse duru gerçeğe katlanamaz. Bunun için çok duyarlı doğmuş olduğumuz gerçeği her alanda sarıp sarmalıyor her birimizi. O yüzden profesyonel ve dozunda hayata enjekte edilen yalanlar hayat bile kurtarır derecede önemli olabiliyor. Önemli olan husus ise günümüz yaşamının içine fazlasıyla karışmış bu yalan söylemek sanatına aşına olabilmektir.
Toparlamak gerekirse yalan, hayatın içine fazlasıyla dahil edilmiş sosyal bir tabudur. Ama bu sözde tabuyla zaman içerisinde o kadar bir oluruz ki belli bir raddeden öte hayati önem arz eder bizim için. Asıl mevzu bu gerçeği hayatta iyi işleyebilmek ve her türlüsüyle başa çıkabilmektedir.
