Bazen kendime soruyorum: Yetişkin hayatını gerçekten nerede yaşamak isterdim? Koca bir metropolün bitmeyen karmaşasında mı, yoksa küçük bir kasabanın huzurlu dinginliğinde mi? Bu soru aklıma her geldiğinde içimde iki farklı ses konuşmaya başlıyor.
Metropolün çekiciliğini inkâr edemem. Her köşe başında ayrı bir enerji var; sürekli bir hareket, bitmeyen bir canlılık… Gece üçte bile açık bir yer bulabiliyor, istediğin her şeye ulaşabiliyorsun. İş imkanları daha geniş, insan çeşitliliği daha fazla. Hayata karışmak, büyümek, gelişmek istiyorsan şehir seni kendine çekiyor. Sanki “Koş, daha fazlası var!” diyen görünmez bir el uzanıyor. Ama tam da bu yüzden yoruyor. Trafik, kalabalık, gürültü… Bazen insan kendini dev bir yapbozun kayıp parçasıymış gibi hissediyor.
Kasaba ise bambaşka bir dünya. Sabah kalkınca duyduğun ilk ses araba gürültüsü değil, kuş cıvıltısı oluyor. Hava daha temiz, insanlar daha sakin, hayat daha sade. Zaman sanki biraz daha yavaş akıyor. Yürürken herkes birbirini tanıyor, selam vermek doğal geliyor. Metropolde bir köşede kaybolup giden küçük mutluluklar burada daha görünür hâle geliyor. Ama kasabanın da zorlukları var. Herkesin seni tanıması bazen fazla gelebiliyor, imkânlar sınırlı olabiliyor ve bir süre sonra “Keşke daha fazlası olsaydı…” düşüncesi ister istemez ortaya çıkıyor.
Sonuç olarak yetişkin hayatını nerede yaşamak istediğim; güne, ruh halime, hatta geleceğe dair hissettiklerime göre değişiyor. Bazen şehirde kaybolmak istiyorum, bazen kasabada kendimi bulmak… Belki de doğru cevap ikisinin arasında bir yerde saklıdır: Kalabalıktan güç alırken, sakinliğe de kaçabileceğin bir limanı olan bir hayat. Çünkü yetişkinlik, aslında tüm bu zıtlıklar arasında denge kurmayı öğrenmek değil mi?
