Sabahın ilk ışıkları Paris sokaklarını yavaşça aydınlatırken, Rue de Chaillot’daki küçük apartmandan piyano sesleri yükseliyordu. Frédéric Chopin, her zamanki gibi erkenden uyanmış, zarif parmaklarıyla tuşlara dokunuyordu. Odanın köşesinde, nefesimi tutmuş onu izliyordum. Piyanonun başında kaybolmuş gibiydi, notalar sanki havada asılı kalıyor, zamanın akışını durduruyordu.
Kahvaltı vakti geldiğinde, Chopin ince porselen bir fincandan kahvesini yudumlarken bana dönüp gülümsedi. “Müzik, kelimelerden daha derindir,” dedi usulca. Bu cümlenin üzerine uzun uzun düşündüm. Paris’in loş sabah ışığında, onun yanındaydım ve bu anı sonsuza kadar hatırlayacağımı biliyordum.
Birlikte Seine Nehri kıyısında kısa bir yürüyüş yaptık. Chopin, Polonya’daki çocukluk anılarından bahsederken sesi hem hüzünlü hem de sıcak bir özlemle doluydu. Vatan hasreti, eserlerindeki melankolinin kaynağıydı belki de. “Mazurkalarımı dinlediğinde, Polonya’nın tarlalarını görebilmelisin,” dedi. O an, müziğin bir ülkenin ruhunu taşıyabileceğini anladım.
Öğleden sonra, Salle Pleyel Piyano Salonu’nda küçük bir dinleti için hazırlık yaptı. Provalar sırasında nasıl titiz olduğunu görmek şaşırtıcıydı. Her notaya anlam yüklüyor, her dokunuşunu dikkatle şekillendiriyordu. Sonra aniden bana döndü ve “Denemek ister misin?” diye sordu. Kalbim hızla çarptı. Onun piyanonun başına oturmamı beklediğini görmek, tarifi imkânsız bir histi. Parmaklarımı titreyerek tuşlara koydum ve birkaç nota çaldım. Hafifçe başını sallayarak “Müzik, cesaret ister,” dedi.
O akşam Paris’in yıldızlı gökyüzü altında Chopin’in Ballade No.1 üzerinde çalışmasını dinledim. İçimde tarifsiz bir huzur vardı. Bir gün boyunca onun dünyasında olmak, müziğin büyüsüne kapılmak… Zaman durmuştu ve ben, Chopin’in melodilerinde kaybolmuştum.
