Çayırlık bir alandaydık, etraf rengarenk çiçeklerle doluydu, yağmur yeni dinmişti bu yüzden her yer toprak kokuyordu. Ona doğru bir adım attım, o da bana doğru bir adım attı, orta noktada buluştuk. Işık saçan deniz mavisi gözler, kar beyaz bir ten, parlamak için güneşe ihtiyaç duymayan sapsarı saçlar… Tek bir kişiyi akla getirebilirdi bu betimlemeler, o da tam karşımda duruyordu zaten. Duruyordu durmasına da ben çoktan tanımış olmam gerektiğini düşündüğüm bu adamın kim olduğunu henüz algılayamamıştım.
Garipti, onu hem tanıyordum hem tanımıyordum. Yüzüne fazlasıyla aşinaydım ancak nereden aşina olduğumu bir türlü çıkaramıyordum. Sanki tanıdığım herkes hafızamdan silinmiş gibiydi. Anımsamak amacıyla şöyle bir göz gezdirdim görünüşüne. Eski dönemlerden fırlamış gibiydi, fazlasıyla şık bir takım elbise giymişti. Olgun görünüyordu fakat yaşlı değildi, sanki yaşlanmaya vakti olmamış gibi duruyordu. Boyu da kilosu da ortalamaydı. Keskin ama bir o kadar da şefkatli bakıyordu göz bebeklerime. Ben onu incelerken o, puslu sesiyle konuşmaya başladı.
“Kentin dışında ne yapıyorsun, çocuk?”
Gerçekten, ne yapıyordum burada? Koştuğumu hatırlıyorum, yağmurdan sırılsıklam olmuş saçlarımı savura savura koştuğumu. Kendimi çimenler arasında bulmuştum koşarken, büyük ihtimalle yorulup yere oturmuştum. Uyuyakalmış olmalıydım ki gerisi hatırımda yoktu ve giysilerimin her yanı çamura bulanmıştı. Birinin yaklaştığını anlayınca ayağa kalkmıştım, sonra da onu görmüştüm.
Sorusuna karşılık kafamın karıştığını görünce üstelemedi ve sorgulamayı bıraktı. Zaten kendisi de bulunduğumuz yere ait değilmiş gibiydi. Yürüyüş yapmayı teklif etti; olur, dedim. Başkası olsa gitmezdim ama onu ilk gördüğümde zaten kim olduğunu biliyormuşum gibi hissetmiştim. Sanki hiç tanışmasak da kalbimin en büyük yerini ona ayırmışım gibi, girdiğim her ortamda onun fotoğraflarını duvarlarda asılı görmem en olağan şeymiş gibi, sanki rahat ve özgürce yaşayabildiğim hayatımı ona borçluymuşum gibi…
“Siz burada ne yapıyorsunuz, bayım?”, diye sordum. “Kurtardığım, kurtardığımız topraklara bakmaya geldim, çocuk. Sağa bak, o mor çiçekli ağacı ben dikmiştim.”, dedi. Sağa baktığımda dallanıp budaklanıp kocaman olmuş, salkım salkım sümbüllerle dolu, morun en güzel tonuna bürünmüş bir ağaç gördüm. Kendi kendini yetiştirmiş gibi duruyordu çünkü çevresinde ne bir yol vardı ne ayak izleri, gövdesini de sarmaşıklar kaplamıştı. “Kurtardığınız topraklar mı? Siz asker misiniz?”, dedim. Bir süre derin bir sessizliğe büründü, kulağıma dolan tek ses ayaklarımızla ezerek geçtiğimiz çimenlerin hışırtılı sesiydi. En sonunda konuştu, “Bir zamanlar öyleydim ancak şu an yalnızca bir ölüyüm, çocuk…” Tek bir söz daha etmeden yürümeye devam ediyorduk ama ben ölü olduğunu söyleyen sesinin zihnimdeki yankılarını susturamıyordum. Suskunluğumuz oldukça uzun sürdü; havanın kararmaya başlayışını, mavinin yerini kızıl bir sonsuzluğa bırakışını göreceğimiz kadar uzun. İnanma, diye fısıldadı kalbim. Sadece toprakları değil aynı zamanda bir ulusun kalbini fethetmiş kimse ölmez.
Çökmeye başlayan karanlığa rağmen yürümeye devam ettik. Ne o beni tanıyordu ne de ben onu anımsayabilmiştim ama tekrar konuşmaya başlamıştık ve adımlarımızla beraber küçük sohbetlerimiz de ilerliyordu. Onca yeşilliğin arasında küçük çakıl taşlarıyla bezenmiş bir patika görünce hemen oraya yöneldi, çimleri daha fazla incitmememiz gerektiğini söyleyerek. Kalbi de saçları gibi altından yapılmaydı sanırım, gördüğü her canlıya karşı beslediği kocaman bir merhameti vardı. Rüzgâra sırtımızı vermiş ilerlerken artık emindim, bir rüya görüyordum. Karşımdaki adam gerçekti gerçek olmasına da benim yaşadığım dönemde onun varlığını hissetmek yalnızca onu içimde yaşatarak mümkün olabilirdi çünkü az önce kendisinin de belirttiği gibi, onun kalbi bitkin düşeli çok uzun zaman oluyordu.
Güneş sabah yine dirilmek üzere o günün son nefesini veriyordu, ay çoktan yerini almıştı. Biz de sonunda parıl parıl parlayan ışıklarıyla bizi karşılayan şehre varmıştık. Karşıma geçti, gözlerimin tam içine baktı. “Size emanet.”, dedi. “Bize emanet olan ne, efendim?”, diye sordum; “Bir gün anlayacaksınız, küçük hanım.”, dedi. Yavaşça geri geri yürümeye, görüş alanımdan çıkmaya başladı. Bitmesin istemiştim, bu rüya sonsuza dek sürsün. Zihnimin bana bugüne kadar oynadığı oyunların en güzeliydi bu, sona ermemeliydi. Mümkün değildi, biliyordum. Bu bir veda değildi bu yüzden görüşürüz de demeyecektik, bunu da biliyordum. Fakat madem yollarımızın bir daha kesişmesi imkânsız, en azından kim olduğunu öğrenebilirdim.
“Bayım, affınıza sığınırım ancak kim olduğunuzu bir türlü çıkaramadım.”
Sert bakışları yumuşadı, güzel yüzünde güller açtı, çehresini bir sırıtış kapladı.
“Mustafa Kemal, çocuk, Mustafa Kemal Atatürk.”
