Bir sabah uyandığımda herkesin iç sesini duyabildiğimi fark ettim. İlk başta rüya gördüğümü sandım. Annem mutfakta kahvaltı hazırlarken ağzı hiç kıpırdamadan, “Keşke biraz daha yardım etse şu çocuk, hep her şey bana kalıyor” diye içinden söylendi. Şaşkınlıkla yüzüne baktım, ama o hiç farkında değildi. Sonra kardeşim geçti önümden, sessizce: “Okula gitmek istemiyorum, sınav var… hasta numarası mı yapsam?” dediğini duydum – ya da düşündüğünü. Bu bir oyun muydu, bir şaka mı? Ama hayır, hepsi gerçekti.
Sokağa çıktığımda her şey daha da tuhaflaştı. Komşu teyze bana güler yüzle “Günaydın yavrum” dedi, ama içinden “Annesi hâlâ iş bulamadı mı acaba?” diye geçirdi. Markete uğradım; kasiyer, bana bakmadan “Bir an önce çıksa da biraz rahatlasam” diye düşündü. Kafamın içinde yankılanan sesler artmaya başlayınca başım ağrımaya başladı. İnsanların içi dışından çok farklıydı. Kimi gülümsüyordu ama içinde öfke vardı, kimi susuyordu ama içi sevgiyle doluydu. Gerçekler gürültülüydü.
Okulda işler iyice karmaşıklaştı. En yakın arkadaşım, gülerek “Bugün birlikte teneffüse çıkalım mı?” dedi ama içinden “Keşke başka bir arkadaşım olsa, bu çok sıkıcı biri” diye düşündü. Kalbim kırıldı. Kimseye güvenemeyecekmişim gibi hissettim. Öğretmen derse başlarken, “Bu sınıf beni hiç anlamıyor, yine de elimden geleni yapmalıyım” dediğini duydum ve ilk kez onu gerçekten takdir ettim. O an anladım ki bu “yeni yetenek”, sadece yıkıcı değil, öğretici de olabilirdi.
Günler geçtikçe iç sesleri ayırt etmeyi, duymamayı, seçici olmayı öğrendim. Her insanın içinde bir dünya vardı ve bu dünyayı duymak bazen bir lanet gibi görünse de, empati kurmayı öğrenince nimet gibi gelmeye başladı. İnsanlar ne derse desin, aslında kim olduklarını ancak iç seslerinde buluyorlardı.
