Hiçbir şey, bir çocuğun sessizliğinden daha gürültülü değildir. Bu yüzden köyün en gürültülü yeri, 8 yaşındaki Ziya’nın kaldığı dört duvardı.. Ziya oraya hiçbir zaman “ev” diyemedi.Ev dediğin şey; başını okşayan bir anne eli, yanlışlarını sabırla düzelten bir baba sesi, sofraya konan sıcak bir çorba, duvarda asılı duran bir hatıra olmalıydı.Burası sadece duvardı. Taştan, kerpiçten ve ruhsuzdu. Soğuktu. İçinde ne geçmişin ne geleceğin izi vardı. Ziya’ya göre bir ev, kalbinin attığı yer olmalıydı. Ama onun kalbi burada sadece susuyordu.
Ziya susardı,hiç konuşmazdı.Çünkü konuşmak hatırlamaktı Annesinin nazik elleri, babasının sert ama şefkatli bakışları; bunlar Ziya’nın ruhunda derin izler bırakmıştı ama artık yoktu. Savaş, nehrin kıyısına düşen taşlar gibi her şeyin yerini değiştirmiş, Ziya’nın dünyasını paramparça etmişti.
İçinde yaşadığı bu dört duvar, bir zamanlar ev dediği yerin sadece gövdesiydi. Bir zamanlar o ev, Ziya’ya aitmiş gibi hissedebildiği tek yerdi. Ama artık, her köşe başı, her oda, her boşluk yalnızca birer yankıdan ibaretti. Savaş, Ziya’ya bir evin ne demek olduğunu öğretmemişti. Öğrettikleri sadece kayıp, suskunluk ve duvarlardaki karanlık izlerdi.
O yüzden Ziya, kimseye acı duygusunu geçirecek bir şey beklemedi. Kimseye merhamet dilemedi, çünkü bu dünyada merhamet, kaybedilen bir şeyin yerine koyulması mümkün olmayan bir boşluktu. Her gün, her an, bir çocuğun suskunluğu daha da derinleşiyordu. Kimse Ziya’nın içindeki bu karanlık çukurun ne kadar geniş olduğunu anlayamazdı.
Ve bir gün, Ziya’nın yaşamına karanlık bir adam girdi. Ziya, dışarıda güneş batarken, gözlerini bir an olsun, üzerindeki toprak yolun sonuna çevirdi. Bir araba yaklaşırken, kalbi hızlıca çarpmaya başladı. Nehrin kenarında kaybolmuş çocuk, her zaman bir yabancı arar gibiydi, ama bu adam, ona ne öğretebilirdi ki?
Adamın arabadan inmesiyle Ziya, kollarını sıvamadan, tek bir adım bile atmadan yere oturdu. Sadece bakıyordu. Adam, Ziya’ya doğru yaklaştığında, Ziya hiçbir şey yapmadı. Susarak onu izledi. Adam, yaşının neredeyse iki katı kadar büyük bir adam, resmi kıyafetlerle, içindeki gücü her hareketinde hissedilen biri olarak durdu. Yavaşça, Ziya’ya doğru eğildi ve gözlerini dikkatle inceledi.
“Sen Ziya’sın değil mi?” dedi adam, sesi sertti, ama içindeki boşluk, Ziya’nın ruhundaki boşlukla yarışıyordu.
Ziya cevap vermedi. Ne söyleyebilirdi ki? Gerçekten de kimseye söyleyebileceği bir şey yoktu. Her şeyin kaybolduğunda, bir çocuğa ne söylenebilir? Bu adam da, sadece kaybolmuş bir dünyaya aitti. Ziya, her geçen gün biraz daha fazlasını kaybettiği için, adamın söylediklerine anlam veremedi. Hayat bir zamanlar ona acıyı anlatmak için daha fazla fırsat vermişti. Ama şimdi Ziya, ne kadar çırpınsa da her şey kaybolmuştu. Ve artık kelimelerin hiçbir değeri yoktu.
Adam birkaç saniye bekledikten sonra, cebinden bir zarf çıkarıp Ziya’ya doğru uzattı. Ziya, o zarfı almadı. Sadece bakışları bir an durdu. Zarfın içinde ne vardı? Ziya bunun hiç umuru değildi. Ne devletin gücü, ne de kaybolan her şeyin yerine koyulabilecek olan bir zarf. Ziya’nın kalbinde sadece bir boşluk vardı. Ve o boşluğa her geçen gün daha da derinleşen bir karanlık ekleniyordu.
Adam, Ziya’nın bu kayıtsız tavrını izledikten sonra, derin bir iç çekerek başını eğdi ve arabasına doğru yöneldi. Ziya, bir kez daha, yalnız kalmıştı. Artık bir çocuğun sessizliği, her zaman o gürültüyü, o acıyı içeriyordu. Geriye sadece Ziya’nın kaybolmuş dünyası kalmıştı. Ziya, gidecek bir yer bulamayan, kaybolmuş bir çocuk gibi, köyün karanlık köşesinde sessizce durdu.
