Gözlerimi açtığımda gördüklerime inanamadım. Yatağımın yerinde yosunlarla kaplı sıcak bir taş platform vardı; tavanda ise nefes alıyormuş gibi dalgalanan ışıklar süzülüyordu. Etrafımı saran sessizlik, sanki bir şeyin beni izlediğini hissettiren derin bir bekleyiş gibiydi.
Karşımda gökyüzüne uzanan dev bir ağaç duruyordu. Dallarından sarkan parlak küreler ritmik bir şekilde titreşiyor, her titreşim içimde açıklayamadığım bir tanıdıklık duygusu uyandırıyordu.
Arkamdan gelen bir sesle irkildim:
“Sonunda uyandın.”
Döndüğümde tamamen ışıktan oluşan bir varlık bana bakıyordu.
“Burada olmanın bir sebebi var.” dedi. “Kaybolduğunu sandığın şey seni çağırdı.”
Ağaçtan kopan bir ışık küresi yavaşça bana doğru süzüldü. Kalbim hızlandı çünkü küre yaklaştıkça içinden bir siluet beliriyordu… tanıdık bir siluet.
Küre avuçlarımın üzerinde durduğunda, içindeki ses netleşti:
“Benim.” dedi.
“Kendi gerçeğin.”
O anda her şey anlam kazandı: buraya, hayatım boyunca kaçtığım yüzleşmeyi tamamlamak için çağrılmıştım.
Işık küresini göğsüme bastırdım. Platformun altındaki çizgiler parladı, gökyüzü ağacı ışığın içinde kayboldu ve dünya yeniden şekillendi.
Gözlerimi kapatıp açtığımda artık başka bir yerdeydim—ama bu kez tam olarak kim olduğumu biliyordum.
