Bulgur

Her şey odamın penceresinin kenarlarına kuşlar için bulgur koymamla başlamıştı. Her gün beni ziyarete gelen iki kumru belki de bir şeylerin değişmeye başladığının ilk habercisiydi.

Bu kente taşındığımdan beri sabah 9 akşam 6 bir iş hayatına sahiptim. Her sabah 5’te uyanıyor, apartmanımın olduğu sokağın bir arkasında olan pastaneden poğaça ve çay alıyor, ardından atıyordum kendimi bitmek bilmeyen trafiğin ortasına. 8.30 gibi işte oluyor, akşam 6’da ise çıkıp eve geri dönüyordum.

Eskiden çok da umurumda olmayan bu alışılagelmiş monoton düzen, tam da o kuşlar geldikten sonra beni rahatsız etmeye başlamıştı. Sabah uyandığımda yatağımın yanındaki pencerede onları hiçbir şeyi umursamaz, her şeyden habersiz, tek düşünceleri karınlarını doyurmak olan bir şekilde yemek yerken bulmak ilginç bir şekilde kıskandırıyordu beni. İnsan kuşu kıskanır mı? Yemekleri biter bitmez uçup gidebildiklerini görünce keşke ben de öyle uçup kaçabilsem diyordum düzenlerden, sistemlerden, işleyen saatlerden, trafikten, plazalardan, masa başında tüm günümü geçirmekten…

Bu farkındalık geldiğinden beri zaten çok da haz etmediğim işim iyice zorunluluğa dönüşmüştü. İyi bir aileden geliyordum. En iyi okullara gitmiş, mümkün olan en iyi eğitimi almış, ailemin istediği gibi bir çocuk olmak için onların bir dediğini iki etmemiş ve sonunda çoğu kişinin hayal edebileceğinden daha güzel bir işe sahip olmuştum. Kimse sormamıştı bana ‘’Sen ne istiyorsun?’’ diye, hep ben onlara sormuştum ‘’Siz ne istiyorsunuz?’’ diye. Ve sonunda onların istediği hayatı yaşayan ve onlar tarafından var edilmiş biri olmuştum.

Ne isterdim peki? Çok daha basit, sade ve görkemsiz bir hayat. Çünkü bence düşünülenin aksine çok fazla şeye sahip olmak mutluluğu artırmıyordu. Tam tersi, insan ne kadar az şeye sahip olursa onlarla yetinmeyi öğreniyor ve hayatın elinde olanlarla ne kadar da güzel olduğunu görüyordu.

Dayanamıyordum artık, son zamanlarda ruh halim iyice kötüye gitmeye başlamıştı. Sabahları ağlayarak uyanmaya, kendi mutsuzluğumla etrafımdakileri de mutsuz etmeye başlamıştım. Ve bugün iş yerinde patronuma patladım. Karşı taraf kendinden alt bir pozisyonda diye kendini her şeyi yapmaya hakkı varmış sanan adamların yarattığı bu kölelik düzeninin içinde daha fazla bulunmak istemiyordum artık. İstifamı teslim edip aşağı indiğimde bir anda bir sinir boşalması geldi ve kaldırıma çöküp ağlamaya başladım. ‘’Bundan sonra ne yaparım?’’, ‘’Yeni bir iş bulmam ne kadar sürer?’’, ‘’Bu sektörü bırakıp sıfırdan nasıl başlarım?’’…  İstifa edince rahatlamam gerekirken ne yazık ki kafamda yüzlerce düşünce serbest kalmış, en nefret ettiğim şey olan gelecek kaygısı her yanımı sarmıştı.

Etraftan geçen insanlar bu takım elbiseli ağlayan kadına acıyarak bakarken mucize gibi bir şey oldu. Bir el usulca omzuma dokundu. Hep burada duran simitçi Haluk abinin eliydi bu. ‘’Ağlama kızım, her şey düzelecek.’’ dedi sakin bir ses tonuyla. Beş kelimeden oluşan bu basit cümle inanılmaz bir huzur getirmişti içime. Tüm her şeyi unutmuş ve kafamdaki karmaşadan kurtulmuştum. ‘’Her şey düzelecek’’ belki de tüm varlığımla yokluğunu çektiğim büyülü bir cümle gibiydi.

Bir peçete uzattı önce bana gözümü silmem için, sonra da yanıma oturup arabasından aldığı iki simitten birini bana uzattı. İkimiz de yemeye başladık simitlerimizi. İşte o an öyle bir andı ki, sabahları pencereme gelen kumrulardan hiçbir farkımız yoktu. Sanki tıpkı kumrular gibi tek düşündüğümüz karnımızı doyurmaktı ve dünya bizim için o simitten ibaretti.

Tam da o an karar verdim. Artık bir kumru olacaktım. Gelişigüzel yaşayacak, hiç düşünmeyecektim. Bir şey hoşuma gitmedi ya da en ufak bir rahatsızlık mı duydum? Pırrr uçuverecektim. Çünkü biliyordum ki hayat çok kısaydı ve sevmediğim, beni mutsuz eden şeylere katlanmak sadece zaman kaybıydı. Şimdi ne yapacağım, önümde ne var hiç bilmiyordum. Tek bildiğim yarından itibaren camıma gelen kumruları kıskanmayacak olmamdı.

(Visited 47 times, 1 visits today)