Mustafa Kemal ve Fedakar Askerlerine

Bir 18 Mart sabahında hüzünlü bir şekilde başlamıştım güne. Bir yandan göğsüm kabarmışçasına onurlu, öteki yandan da toprağa on binlerce şehit feda ettiğimiz için kederli. İnanın ne hissettiğimi ben bile idrak edemiyorum. Gözlerim kan çanağına dönene kadar hıçkıra hıçkıra ağlamak geliyor içimden. Ama sonra güçlü olmam gerektiğini hatırlatıyorum kendime. Yüz binlerce Mehmetçiğimiz bu güzel vatanı biz yas tutalım diye değil onlarla gurur duyup emanetlerini ömrümüzün son nefesine kadar kalplerimizle birlikte taşıyalım diye armağan etti.

“Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sessizlik içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Göz yaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”

Biz Türkler masallardaki kahramanlara ihtiyaç duymazdık.Çünkü zaten bizim bir başkahramanımız vardı. MUSTAFA KEMAL… Şehitlerimiz, baş taçlarımız. Bu millet sizlerin yüreklerindeki dağlar kadar büyük olan o vatan sevgisiyle kurtuldu. Her Türk evladı bu topraklarda özgür bir biçimde hayatlarını sürdürüyorsa sizin sayenizdedir. Her şey için bir kez daha sonsuz şükran ve minnetlerimi size sunmaktayım. Keşke hepinize tek tek teşekkür edip sarılma gibi bir imkanım olabilseydi. Fakat  ne yazık ki elimden dua etmekten başka hiçbir şey gelmiyor.Ne kadar çok fedakarlık yapmışsınız öyle. Çoğunuz öleceğini bile bile güçlü ve başı dik bir şekilde çıkmış düşmanın karşısına. Henüz yaşanamamış birçok şeyi olan bu hayatı terk edip gideceği için üzgün ama vatan sağolsun diyerek canını feda ettiği için başı dik ve huzurlu…

“Çanakkale Zaferi, Türk askerinin ruh kudretini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.”

Vatan millet sevgisinin nelere mukabil geldiğini bilir misiniz siz hiç? Ben anlatayım: Cephede o anki çaresizlik ve ümitle birlikte 276 kiloluk cephaneyi kaldırmaktır vatan aşkı. Ya da askerlerimizin sadece üzüm hoşafı ve çorbayla beslenerek  düşmanın karşısında günlerce haftalarca hatta aylarca dimdik ayakta durabilmesidir. Ayakta duracak hali kalmamış kadar yorgun ve güçsüz fakat mevzu bahis vatan olduğu için gücünü son damlasına kadar kullanacağına ant içmiş gibi cesur ve dayanıklı. Veyahut iki oğlunu da şehit vermiş bu savaşta bir tek evladı kalan annenin oğlunu savaşa gönderecek olmasıdır. Resmen göz göre göre ölüme gönderiyor gibi… Fakat hiçbir şey yaşanmamış gibi göz yaşlarını dindirip, evlatlarının özlemini bir ömür boyu kalbinde taşıyacağına and içmiş bir annenin, geriye kalan askerlere dua edip çorap dikişidir. Gereken tek şey birazcık cesaret ve vatanını canın pahasına sevmek değil midir? O zaman her ne olursa olsun önüne çıkan hiçbir engel seni korkutamaz. Ölüm bile…  Zaten şu an bizde sizdeki akıl olsa hayırlı bir vatan için ülkemizi ilerletmeye ve cumhuriyetimize sahip çıkmaya çalışırdık. Geriye dönmeyi değil!

“Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler gelir, başka komutanlar hâkim olabilir” 25 Nisan 1915 Conkbayırı

Kendinizi bir mehmetçiğin yerine koyun. Henüz öleceğinden bile haberi olmayan, 14-15 yaşlarındaki bir çocuğun. Eline verdikleri silahı ürkekçe tutarak umutlu gözlerle etrafına bakmaya çalışıyor. Aslında onun yeri hak ettiği sıralarda oturup eğitim görmekken o burada vatanı için savaşıyor. Hem de daha nasıl savaşacağını bilmeden. Sizin de içiniz ürperdi değil mi? İşte bu vatanın her karış toprağında biz Türklerin alın teri ve kanı var…Türküm! Böyle ihtişamlı bir ülkede yaşadığım için mutluyum. Atatürk gibi bir başkumandanım olduğu için gururluyum. Vatan millet için hiç düşünmeden canını verecek olan insanlarla dolu bir tarihim olduğu için ise onurlu.

Avustralyalı bir annenin mektubundan:

“Gelibolu topraklarında yitirdiğimiz evlatlarımızın acısını, alicenap sözleriniz hafifletti. Gözyaşlarımız dindi.
Bir ana olarak bana, bir güzelim teselli bahşetti. Yavrularımızın sonsuz uykularında, huzur içinde
dinlendiklerinden hiç kuşkumuz kalmadı. Majesteleri kabul buyururlarsa bizler de kendilerine Ata
demek istiyoruz. Çünkü, yavrularımızın mezarları başında söylediğiniz sözler, ancak bir öz babanın
sözleri gibi yüce, ilahi. Evlatlarımızı bir baba gibi kucaklayan büyük Ata’ya tüm analar adına şükran, sevgi, saygıyla…”

  Aşk sadece bir insana duyduğun histen ibaret değildir. Kendi ülkene veya vatanına da aşık olabilirsin mesela. Ve biz ülkemize sonuna kadar aşık bir milletiz.Gözünüz arkada kalmasın. Atam, hele sen hiç merak etme. Biz, senin evlatların olarak kanımızın son damlasına kadar ülkemiz için mücadele ediyor olacağız. Aynı sizler gibi sizlerin yolunu izleyip cesur bir şekilde bu milleti ilerleteceğiz. Önümüzde her ne engel olursa olsun hepsini aşıp vatan için mücadele etmeye devam edeceğiz. Emin olun, mevzu bahis vatansa bizim için de her şey mübahtır. Unutmayın! Biz Türküz. Biz bir doğar bin diriliriz. Şanlı Çanakkale Zaferinin 102.yılı kutlu olsun.Başkomutan Mustafa Kemal ve askerlerini , bu vatan uğruna emeği geçen herkesi bir kez daha saygı, sevgi, özlem ve minnetle anıyoruz. Her zaman her yerde kalbimizdesiniz.

∞ATATÜRKİYE∞

 

https://youtu.be/qwGxH8vHmRg

ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE…

Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- “bu: bir Avrupalı! ”
Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer. (1)
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da, (2)
Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat îman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i İlâhî o metîn istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedî’im, onu çiğnetme” dedi.
Âsım’ın nesli…diyordum ya…nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.

Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, (3)
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, (4)
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.

Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın…Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…

Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.

(1) İlk baskılarda:…kum gibi, mahşer mi, hakîkat mahşer.
(2) İlk baskılarda:…duruyor karşında,
(3) İlk baskıda: Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
(4) İlk baskılarda: Ebr-i nîsânı açık…

Mehmet Akif Ersoy

 

(Visited 153 times, 1 visits today)